Kan

Kan, karmaşık bir kompozisyona sahiptir ve dokuları beslerken çok sayıda fonksiyon gerçekleştirir.

Kanın Görevleri

  • Kan, arteriyel ve venöz dolaşımı arasındaki kapillerlerde ilerlerken dokularda gaz alışverişi sağlanır (oksijen ve karbon dioksit)
  • Kan, besinlerin (karbonhidratlar, yağ ve proteinler) ve elementlerin taşınmasını sağlar.
  • Yabancı organizmalara karşı savunma. Antikorlar ve beyaz küreler (örn. Nötrofiller, monositler, lenfositler, eozinofiller ve bazofiller)

Kan Kompozisyonu (Bileşimi, Yapısı)

Kan hacminin yaklaşık yarısı hücrelerden (kırmızı küreler, beyaz küreler ve trombositler) oluşurken, diğer yarısı sıvıdan oluşur (plazma). Eritrositler: Kırmızı küreler eritrositler olarak da bilinir, hemoglobin içerir. Temel rolü oksijeni akciğerlerden dokulara taşımaktır. Beyaz küreler lökositler olarak da bilinir (Nötrofiller, monositler, lenfositler, eozinofiller, bazofiller). Lökositler: Farklı hücre tipilerinden oluşur. Ana tip nötrofiller, monositler ve lenfositlerdir. Nötrofiller ve monositler (makrofajlar dahil), nonspesifik savunmasını sağlar ('temizleyiciler' olarak). Lenfositler bağışıklıkta daha spesifik mekanizmalarla çalışır (daha önce hafızaya alınan infeksiyon vb etkenlere kerşı). Trombositler: Koagülasyon faktörleri (plazmadaki proteinler) ile birlikte çalışan küçük kan hücreleridir ve kan kaybını önlemede önemli bir rol oynamaktadır (pıhtılaşma). Plazma: Besin maddeleri ve atık ürünler de dahil olmak üzere değişken miktarlarda diğer bileşenleri içeren sarı bir sıvıdır.

Kan Tahlili

Birçok hastalık, kanda ölçülebilen değişikliklere neden olur. Başlıca 3 çeşit kan tahlili vardır:
  • Hematolojik (Hemogram, kan sayımı)
  • Biyokimyasal
  • Mikrobiyolojik
Kan tahlilinde ilk basamak kan alınmasıdır. Kan genellikle koldaki, bazan eldeki venlerden alınır. Üst kol bir turnike ile sıkıştırılır, kan negatif basınçlı tüplere alınır (tahlilin tipine özel tüplere). Sadece bir kaç damla kan gerektiğinde, parmak ucu delinerek kan alınabilir (örneğin kan şekeri ve hematokrit ölçümü). Elde edilen test sonuçları, hastanın yaşına, cinsiyetine göre ve ölçümde kullanılan kimyasalların standartlarına göre değerlendirilir.

Hemostaz Nedir?

Hemostaz kanamanın önlenmesi ve kanama varsa durdurulması anlamına gelir. Fizyolojik olarak bir yandan kanın akışkanlığı sağlanırken bir yandan da yaralı damarda pıhtılaşma gelişerek kanama durdurulur ve damar tamir edilir. Hemostazdaki anormallikler spontan kanamaya veya kan pıhtılaşmasına (tromboz) neden olabilir.

Hemostaz ve Koagülasyonun Tarihçesi

Vücudun dışında kanın pıhtılaştığı Hipokrat (MÖ 460-370), Platon (MÖ 427 - MÖ 347), Aristo (MÖ 384-322), Celsus (MS 2. yüzyıl) ve Galen (MS130-210) tarafından bile bilinmekle beraber fizyolojik ya da patolojik önemi olduğuna inanılmamıştır. Jean-Louis Petit (1674 - 1750, Fransız cerrah), 1730'larda ampütasyonlarda pıhtılaşma ve hemostazın öneminin farkına vardı. Sonraları, pıhtılaşma mekanizması araştırılmaya başlandı. Buchanan trombini keşfetti (1838); Hammarsten fibrinojeni izole etti (1875); ve Arthus, kalsiyumun hemostaz için gerekli olduğunu keşfetti(1890). Trombositlerin varlığı ve hemostatik bir işlevi olduğu gerçeği 1800'lü yıllarda anlaşıldı. 1940'ların sonunda yeni pıhtılaşma faktörlerinin keşfedilmesinde patlama yaşandı. Pıhtılaşma faktörlerinin keşfi ile beraber ölçümleri de başladı. Tam kan pıhtılaşma süresinin ölçümünden sonra, parsiyel tromboplastin zamanı (PTT) ve aktive parsiyel tromboplastin zamanı (APTT) ölçümü keşfedildi. Protrombin zamanı önemli bir laboratuar testi haline geldi. Daha sonra faktörler tek tek ölçülmeye başlandı. Trombositler sayıldı ve fonksiyonları ölçülebilir hale geldi. Hemostatik bozuklukların tanısı, yeni faktörlerin bulunması ve ölçülmesi ile paralellik göstermiştir.

Kan Transfüzyonu (Nakli) Tarihçesi

Önceleri tam kan kullanılmaktayken, günümüzde transfüzyonlar, kanın eksik bileşenlerini karşılamak için kullanılır. Artık çoğu zaman, kırmızı kan hücreleri, beyaz kan hücreleri, plazma, pıhtılaşma faktörleri ve trombositler gibi, sadece eksik bileşenler kullanılmaktadır. William Harvey'in kan dolaşımı deneyleriyle başlayarak, 17. yüzyılda hayvanlar (köpekler) arasında başarılı transfüzyonlar gerçekleştirildi. Bununla birlikte, hayvandan insanlara yapılan kan nakilleri genellikle ölümcül sonuçlar vermiştir. 1818’de İngiliz kadın doğum uzmanı Dr James Blundell ilk başarılı transfüzyonunu gerçekleştirerek, postpartum (doğum sonrası) kanamayı tedavi etti. Blundell hastanın kocasını verici olarak kullandı. Ayrıca kan transfüzyonu için bir takım araçlar icat etti. Bu buluşlarıyla yaklaşık o zaman için 2 milyon dolarlık (bugün için 50 milyon dolarlık) bir gelir elde etti. 1901’de Avusturyalı bir doktor olan Karl Landsteiner, insan kan gruplarını (A, B, O) keşfetmiştir. Ludvig Hektoen, verici ve hasta kanının karıştırılarak uyumluluğunu test edilmesinin daha güvenli olduğunu buldu (cross-match, 1907). Reuben Ottenberg kan gruplarını belirleyerek ve cross-match kullanarak ilk kan naklini gerçekleştirdi. Daha sonra geliştirilen uzun etkili antikoagülanlar kana eklenerek (sodyum sitrat), kanın uzun süre saklanması sağlanmıştır (1914). Rh kan grubu sistemi, Karl Landsteiner, Alexander Wiener, Philip Levine ve RE Stetson tarafından keşfedildi (1939-1940). Daha sonra kandan albumin, gama globulin, fibrinojen, kurutulmuş plazma gibi ürünler elde edilerek tıbbi kullanıma girdi. 1947’de her kan birimi için ABO kan tiplendirme ve sifiliz testleri yapılmaya başlandı.1971’de ise bağışlanan her kanda Hepatit B yüzey antijeni (HbsAg) testi başladı. 1980’li yıllarda ise HIV testi eklendi (antikor).